Hayret Makamı

Aslında müzik yapmadığımızı, yalnızca tabiatta mevcut olan bir şeyi keşfettiğimizi söyleyen bir adam. Kendini de müzisyen, besteci filan saymıyor. Belki de şu Bir Ömürlük Misafir’likte konukluğunun karşılığını vermek için çabalayan biri. O yüzden onu musiki makamlarından önce başka bir makamda düşünmek gerekiyor, hayret makamında. Hayret: ‘Biliyorum’ demenin eksilttiği bir makam. Hem her şey onunla başlıyor, kendisine ‘büyük’ demeyen herkes bu adeta çocukluğa mahsus makamdan hiç ayrılmamış gibi, varoluşa, kainata, dünyaya, tabiata şaşkın çocuk nazarıyla, saflığıyla bakmanın güzelliğini taşıyor hem de İbn Arabi’nin nitelediği gibi, hayret makamı tasavvufta en son makam oluyor. Başlangıcın ve bitişin aynı olduğu, çocuklukla yüceliğin buluştuğu makam. Şaşkınlık uyandırması doğal.

Zümre-i naci’lerden, yani esenliğe ulaşmış seçkin kimselerden sayılmak, insan-ı kamil mertebesine ulaşmak, dervişmeşrep bilinmek, sufi insan, ‘safi insan’ olmak  ama hiçbir şeyin eri ve ehli olmamak, bunu da istememek. Telvin albümü yayımlandığında şöyle diyordu: “ Kelime manası renkler demek… Yeşil ya da kırmızının içindeki ton farkı ona karakter veren özellik, o manada renk. Tasavvufi anlamı da bununla ilişkili, insan olarak sıfırdan yok olmaya kadar halden hale geçme…Bir gidişat, durağan değil. Bir hedefi var, ama ulaşılamayan bir hedef, o da ‘temkin’. Kararlılık demek, karar hali son… O hale ulaşamıyorsun hiçbir zaman. Ama hayatın ya da tabiatın gidişatı.

VELİ ŞAİRLERLE AYNI HİZADA

Telvinden temkine, oradan Hiç’e, nefsin, benliğin yok olduğu, saflığa varılan yere doğru bir yolculuk. “Bir sürü haller içinde halim” diye beyan edilecek bir hal içinde, edep erkan, yol bilen biri. ‘Veli’ diye anılabilecek şairlerin hizasında anılacağına inandığım biri. Müziği sessizliğe

doğru bir yolculuk olarak anlayan, anlatan biri herhalde şiiri de nihayet sözcüklerin de yok olacağı bir ‘hal’ olarak tasavvur etmez miydi? O ‘veli-şair’lerden birinin, Behçet Necatigil’in ‘gurbet, hasret ve hikmet’ diye üç aşamada gördüğü ‘şair burçları’na, sanki bir de ‘hayret burcu’nu eklemek gerekiyor ki, Necatigil gibi, Erkan Oğur gibi sessizliğin pirlerini de ‘alem-i sükut’tan önceki bu son burçta okuyalım. Hayret vadisinde sözden uzaklaşan kim varsa onları da. Sanki Necatigil’in sessizliğinin sese tercümesi gibidir Erkan Oğur. Yine Necatigil’in “Biz bu işin tadındayız. Ne paraya çevrilmez, biz onun ardındayız. Nerdesin dost yanındayız.” dediği gibidir onun da yaptığı ‘iş’e bakışı. Biraz da Edip Cansever’in o ürpertici ve büyüleyici şiirinin ki başlığı bile yeter aslında her şeyi anlatmaya, “Gelmiş Bulundum” şiirinin de müziği gibidir Erkan Oğur’un mırıldandığı:”Benmişim-neymiş?-su sesiymiş/ Oymuş-cam kırıkları gibi gövdemi yakan/Yanağında sardunya kokusuyla yazdan/Kimmiş o gelen ya giden kimmiş/Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş/Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan”. Şiirin başlangıç dizelerini ‘telvin’ diye adlandıralım ki sonu da ‘temkin’ olsun: “Şiirler yazdım, kitaplar okudum/Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum/Derinlerde kaldım böyle bir zaman/Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan/Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşam sefaları/Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.”

Erkan Oğur da mırıldananlardan, bazen türkülerinin sözlerinin anlaşılmaması bundan, içine söylediğinden. İçinde yalnız değil ama insan içine söylüyor. Yolculuğunu hiçbir yere bağlamak istemiyor, ne bir kitaba ne tasavvufa, en sevdiği kitap dört ciltlik Harput Ahengi. Belki çocukluğun sesini de o ahenkle sürüyor. İnsan kendi sesinin peşinden gider, insanın sesi çocukluğudur aslında, ordan kalmadır. Erkan Oğur’un dinleyene hem tutuk gelen ama hem de hayran bırakan çekingen, içine söyleyen sesinde hala o saflık vardır. Sesindeki incelik, seçimlerindeki yalınlık, insan sesini taklit eden müziğin, o sesin en ‘ilkel’ hali olan çocuğun içinden çıkmasını, kalbinden dökülmesini istediğindendir yeniden. Fuad dediği ‘kalp gözü’dür, onunla söyler.

Tasavvufla ilgisinin bir karıncanınki kadar olduğunu söyler ki cümleleri arasında herhalde bu ‘büyük’lükte başka bir cümle yoktur. ‘İnsan değil de ağaç olsam’ der ya, o da yolculuğa dahildir aslında, durma isteği. Yoksa ‘rumi kopuz, çam göğüslü, dut tekneli, erik saplı dede bağlama’sıyla gözden de gönülden de sazdan da sözden de perdeleri kaldırmak için daha çok seyyahlık edecektir o.

14 Şubat 2010 Pazar –  Hayder Ergülen – Star Pazar Eki

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir