Usta müzisyen Erkan Oğur ile rahmetli Tanju Duru’nun stüdyosunda buluştuk. Editörümüz Erman Dirikcan’ın da katılımıyla keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Müzik serüveniniz ne zaman başladı?
Çok eskilere gidiyor tabii, beş altı yaşımda müzik aleti çalmaya başlamıştım. Keman, dede bağlama… Bir de Süryani bir komşumuz vardı, onun Süryani cümbüşüyle oynardım. Bu şekilde başladı. Çok eski yani, yarım yüzyıldan fazla. Annemse daha eskilerden bahseder, iki üç yaşlarındayken etrafta duyduğum şeyleri devamlı söylermişim.
Peki aile teşviği oldu mu?
O pek olmadı. Tam tersine, zamanında istenmemişti. Tabii o zamanlar ben hep kaçarak, saklanarak ya da zihinsel faaliyetle müzikle haşır neşir olurdum. Çocukluk dönemlerinde tolere ediyorlardı ama ağırlık bu tarafa kayınca biraz sızlanmaya başladılar, istemediler müzikle uğraşmamı. Onun için benimki hep içeriye dönük bir müzik çalışması oldu. Belki müziğin, tınının şeklini, cinsini biçimlendirmiştir. Pek neşeli bir müziğim yok benim.
Gitarla tanışmanız nasıl ve ne zaman oldu?
Elazığ içinde dikiş makineleri satan bir mağazaya gitar gelmiş ama ben gitar olduğunu bilmiyorum. Bir gün önünden geçerken vitrinde asılı gördüm, çok etkilendim. O güne kadar görmediğim, değişik bir aletti. O zaman herhalde dokuz ya da on yaşındaydım. Sonralan anneme söyledim. Bu isteklerim şımarıklık olarak görülüyordu, ben de ailenin şımank çocuğu olarak direttim. Bana bir gitar geldi, elime aldım, aleti tanımamama rağmen kötü bir saz olduğunu anladım. Dedim “bunda bir tuhaflık var, ben bunu istemiyorum”. Cidden de çalınacak gibi değildi, eski bir Bulgar sazıydı. Ben böyle söyleyince daha da kızdılar bana, sen iyice şımardın diye. Gitar da gitti. İlk çarpışma o şekilde olmuş oldu. Ama gitar konusunda kafamda bir fikir oluşmuştu.
Sonraki karşılaşmanız nasıl oldu?
Radyoda bir şeyler duydum, Hendrk’i dinledim. Elektrik gitarı orada anladım. Kendi gitarıma ise lise yıllarında sahip oldum, klasik gitardı. Şimdi o gitarım bir arkadaşımın evinde duvarda asılı raf yaptı ona, bir şeyler astı üzerine, çok da güzel oldu.
Bir fizik geçmişiniz var. Yakından ilgilenmeye devam ediyor musunuz?
Tabii zihinsel yaklaşımlar oluyor ama… Derslerim iyiydi. Ailem teşvik etti okumam için. Ankara Üniversitesi Fizik Bölümüne girdim. Sonra da Almanya Ludwig Maximillian Üniversitesi Fizik Bölümü’ne devam ettim. Aileden uzaklaşınca baskı da azaldı tabii, on dokuz yaşlarındaydım. Orada müzikle daha yakından ilgilendim. Dinleme ve çalışma şeklinde, kendi kendime.
O zamanlar neler dinlerdiniz?
O zaman klasik müziğe meraklıydım. Klasik gitarla bir şeyler yapıyordum. Klasik gitarist olma hevesim vardı. Bildiğin bütün klasik repertuarı bir ara çalıştım kendi kendime. Okul kütüphanesinden plaklar ve notalar alıp çalışmıştım. Bu arada nota ile ilk karşılaşmam yine beş altı yaşlarındayken, kemanla birlikte oldu. Elazığ Öğretmen Okulu’nda müzik dersi veren bir şan hocası vardı, beni bir yıl kadar çalıştırmıştı. Sonraları klasik gitar çalışmaya başlayınca gereğinin farkına varıp biraz üzerine gittim.
Bir de İTÜ geçmişiniz var.
Almanya’dayken üçüncü sınıfta okulu bırakıp iyice müzikle ilgilenmeye başlamıştım. 1980’de Türkiye’ye döndüm ve İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı’na başladım.
Almanya’da kalıp müzik üzerine çalışmayı düşündünüz mü hiç?
Yok düşünmedim. Orada olmayı hiç istemiyordum, ayaklarım hep geri gidiyordu zaten. Ancak oradayken çalıştım tabii. Klasik gitar çalışırken Oscar Caceres ile karşılaştım, Uruguaylı bir müzisyen. Léo Brouwer’in arkadaşıydı, hatta Brouwer’in Oscar için etüdleri vardır. Oscar bir konser için oraya gelmişti, ben de gittim. Sonrasında seminer gibi bir organizasyon yapıyordu, ona katıldım. Orada ben de bir şeyler çalayım diye düşündüm, cesaretlendim. Elazığ yöresinden bir türkümüz vardır “Cevizin Dibi” diye, onu çaldım. Çalmayı bitirdiğimde herkes benimle ilgilenmeye başladı. Oscar bana “Gel benim talebem ol” dedi. Kafam allak bullak oldu tabii. Sonra her şeyi bırakıp gitar öğrenmek üzere Oscar’ın yanına Paris’e geçtim. Ancak bu olay ailem tarafından biraz sert karşılandı. Fransa maceram dört ay sürdü, gitarımı falan kırıp dönmüştüm Almanya’ya. Bu olaydan sonra sadece müzikle ilgilendim diyebilirim. Perdesiz gitarı da yaptım o esnada, 1976 senesiydi. Orada yerel müzisyenlerle çaldım. Elektrik gitar çalıyordum, eski bir Les Paul’dü. Sonra döndüm. İTÜ’deki müzik bölümünü duyunca benim böyle bir yerde olmam lazım diye düşündüm. Türk müziği üzerine çalışmalara bu okulda başladım. Orada yeni yeşeren, heyecanlı bir ortam vardı. Herkes bir şeyler yapmak için çok hevesliydi. Ben daha çok teorik şeyler öğrendim, ismini bilmediğim şeylerin adını koydum. Enstrüman yapımı üzerine çalıştım biraz, denemeler yaptım.
Bu aralar hayata geçirmeyi düşündüğünüz bir saz var mı?
Kafada çok tabii. Bastondan, 18 telli bir saza kadar… Yaşlılık dönemleri için bir tane baston tasarladım. Bir tane teli var; hem gez, oturunca tıngırdat, perdesiz. Yayla da çalınabilir. Son derece ucuz tabii. (Gülüşmeler)
Elektrik gitar olarak neler kullanıyorsunuz?
Birkaç Les Paul, birkaç Strat’ım var. Eskiden birkaç tane caz kasa gitarım da vardı ama şimdi İngiltere’den aldığım ucuz, caz kasa bir gitar var. Onu modifiye ettim ve sıklıkla çalıyorum. İki yüz dolar civarı bir fiyatı vardı. Hatta iki tane vardı orada, ikisini birden aldım. Birini perdesiz yaptım ama olmadı. Diğerinin tuşesini klasik gitar kıvamında genişlettim. Piyano gibi sesi var, çok memnunum. Perdesiz yaptığım gitara tekrar perde koydum, 24 perdeli yaptım. Şu sıralar yeni bir marka 24 perde caz kasa gitar yapıp satışa sunmuş. Baktım, rakamlar biraz astronomik geldi. İki tane de Steinberger gitarım var.
Son dönemde enstrümanlarınıza bir ek oldu mu?
Bir tane Squier buldum ve tonunu çok sevdim. Uğraştım, iyi bir gitar oldu. Sonra 29 perdeli bir gitarım var. Bir de Almanya’da Ersen Aydın diye bir arkadaşım var, çok iyi bir enstrüman yapımcısı. Onun yaptığı bir çello-gitarım var. Caz kasa gibi görünen ama çello formu korunarak yapılmış bir alet. Çellodan biraz küçük, o eski dönem viola da gamba’sı gibi. Bas ihtiyacımı gideriyor. Yay eşik arası ufak bir açı problemi var, yayın daha iyi dönebilmesi için onu da hallettik mi tamamdır. Kopuz ile ilgili bir çalışmam var, 18 telli bir kopuz yapmak istiyorum. Arp gibi boş telleri çalınabilecek, aynı zamanda klavyesi de olacak.
Telvin nasıl gidiyor bu aralar?
Çalıyoruz devamlı. Bu yaz birkaç konser verdik. Yeni kayıtlar yaptık, görüntülü çekimler de oldu.
Çekimler konserden mi, stüdyo kayıtlan mı?
Genelde konser gibi. Bazıları ise Salon diye bir yerde özel kayıt edildi. Güney’deki konserlerden görüntüler de var. Epey karışık aslında. Kesin olmamakla birlikte DVD şeklinde belgesel gibi bir proje de var. Yazdan sonra Almanya, Belçika ve birkaç Avrupa ülkesinde daha konserler olacak.
Telvin kaç senedir bir arada?
1994 senesinden beri bir aradayız.
Hep İlkin Deniz, Turgut Alp Bekoğlu ve siz miydiniz?
Öyle başladık. İlkin Amerika taraflarına geçince başsız kaldık tabii. Sonra Ozan Musluoğlu, Alp Ersönmez ve Eylem Pelit gelip çaldılar. Aslında Telvin’in kişiye bağlı bir durumu yok. Kendisi bir hâl olduğu için…
Yurt dışı konserleri nasıl geçiyor? Tepkiler nasıl?
Biz onu iyi muhakeme edemiyoruz tabii ama doğru ortam ve doğru topluluk önünde güzel bir dönüş alıyorsunuz. Onun dışında standart bir ortamda insanlar türküler ve deyişler isteyebiliyorlar.
Telvin nedir sizin için?
O bir hâl. Benim için laboratuar gibi bir şey. Hem kendimizi hem insanları seyir eylediğimiz bir âlem… Müziğin kendiliğinden üremesini özlediğimiz ortamın yaratılmasına yardımcı olmaya çalışıyoruz. Bu benim uzun zamandır inandığım bir olgu. Müzik değişken bir hâl, sürekli farklı bir zamana, kişiliğe, enstrümana ve her şeye dönüşebiliyor; her zaman farklı. Telvin’de de bunu yaşıyoruz ve anlatmaya çalışıyoruz kendi içimizde. İlgilenen olur ise ne âlâ. Hayatın kendisi gibi; günahı ve sevabı ile ne varsa o, yalansız! O anda çıkıyor her şey. Dönüşüyor, şekilden şekle giriyor… Benim dâhil olduğum ya da olmadığım zaman da şekil değiştirmesini izlemek büyük keyif. Sürekli bir şey öğreniyorsun. O besliyor bizi, yaşamı devam ettiriyor.
Bir ara Ozan Akyatan ile sohbet ederken “Thesaurus of Scales and Melodic Patterns” ile uğraştığınızı konuşmuştuk.
Evet. O biraz sabah kalkıp, yüzümü gözümü yıkayıp “Aaa bu neydi?” diye baktığım bir şey. Bir tane lick alıyorum; gazete okurken, televizyon seyrederken, kendim için vakit buldukça çalıyorum. Bir de bir perdenin üzerinde, misal ‘do’ diye bildiğimiz sesi, her seferinde farklı bir ‘do’ olduğunu düşünerek çalıyorum. Özellikle perdesizle. Biraz daha sesin atomlarına girip, daha nasıl dokunabiliriz diye… Daha içsel çalışmalar işte.
Bu müzik yolculuğunda hiç ‘akıl hocam’ diyebileceğiniz biri oldu mu?
Ben de zamanında bir sürü müzisyen takip ettim, ama hiçbir zaman o şekilde biri olmadı. Hep kendim çalıştım. Bizim müziğimize başvurdum çoğu zaman. Onun dışına Almanya dönemlerinde tanburi bir arkadaşım vardı, çok güzel çalardı. Yaylı tanbur çalıyordu. Nota bilgisi yoktu ama yüzlerce makamı bilir ve icra ederdi. Çok estetik bir çalış biçimi vardı. Zaman zaman birlikte çalıyorduk. Ondan makam konusunda, bu şekilde birebir icra konusunda çok yararlandım. Pasif bir kulak eğitimi aldım ondan.
Ozanlarımız etkiler beni. Sazını iyi çalan herkes etkiler, sazı ne olursa olsun. Ama en çok etkileyen yaşamın kendisi… Ne olup bitiyor etrafımızda? Ne yiyor, ne içiyoruz? Ne duyuyoruz…
Yeni nesillere verebileceğiniz bir öğüt var mı?
Öğüt vermek bize düşer mi, sanmıyorum. Ben böyle bir yoldan gittim, çünkü müzik bir! Ne yaparsan yap, neyi duyuyorsak, hangi frekans bantları arasını duyabiliyorsak o. Milyonlarca hareketi algılayamıyoruz sonuçta. Sınırlı aralık içerisinde müzik, ‘bir’ müziğe tekabül ediyor. Onun dışında nereden gelirsen gel, dil ortak. Müzik insanların anlayabileceği bir olgu. Biz onu yaratmıyoruz, keşfediyoruz. Var olan bir şeyi, yaşanmışlığa göre yorumluyorsun. Hangi ülkenin müziği daha iyi vs. gibi konular tartışılmaz bile. Bütün müzikler halk içindir, insan içindir. Müzik, enerji biçimi olarak tüm âlemde, her yerde…