Müzik Bir Bütündür. Onun İlerisi Gerisi Yoktur.

Erkan Oğur ile “Telvin” Üzerine Bir Kereye Mahsus Bir Sohbet

Erkan Oğur ile 2001 yılının sıcak bir Temmuz günü tanışmıştım. O konuşmamızda Telvin adlı bir grubu olduğunu öğrenmiştim. Bu kelimenin ne anlama geldiğini sorduğumda ise şöyle demişti:

Telvin Farsça kökenli bir kelime. Renkler elemek. Ancak bir de Tasavvuf anlamı var. Tasavvufta Telvin halden hale geçiştir. ‘Her şey halden hale geçiyor’ bilsek de bilmesek de. Benim yaşam biçimim, müzik anlayışım da bu anlayışın bir uzantısıdır. Ben her yaşadığım şeyde, her yaptığım şeyde Telvin’i görüyorum.’

Kalan Müzik tarafından gönderilen Telvin adlı albümü elime aldığımda 5 yıl önceki bu sözler aklıma geldi. Acaba Erkan Oğur şimdi ne hallerde idi merak ettim. Buluşmamız Galip Dede Cadde’sinin bir numarasında 50 yıldan beri müzik severlerin vazgeçilemez durak yeri olan Lale Plak’ın içinde oldu. Bu insana huzur veren müzik anıtının sahibi Hakan Atala her zaman olduğu gibi bizi güler yüzle karşıladı, tavşan kanı çayları ısmarladı ve bombayı patlattı.

O elindeki Telvin albümünden önce Erkan’ın bir başka Telvin’i var, yayınlanmadı, bende bir kaydı var, bazen Erkan istiyor, kendisine kopya çıkartıyorum.

Erkan’a baktım, sözleri doğruladı ama çok da üstünde durmadı. Bana dönerek ‘gel hocam, ben sana başka bir hikaye anlatayım’ dedi. Tünel’deki kafelerden birine canımızı attık ve beş yıl önce Telvin ile sona eren sohbeti kaldığı yerden devam ettirdik:

Telvin kavram olarak doğuştan beri var olmuş felsefi bir kavram. Bu bir düşünce biçimi. Ben bunu sonradan keşfettim. Kainattaki tüm varlıklar halden hale geçerler.

Kendi hayatımızda her zaman olmasa da bu kavramın farkına varırız. Hiçbir anımız bir diğerine benzemez, kalbimizin şu anki atışı, kanımızın akış hızı biraz öncekinden farklı­dır.

Aldığımız nefes de sürekli değişir.

Kavramı ilk olarak 1980 yılı başlarında fark ettim, önceleri ne olduğunu bilmeden sadece hissettim. Sonra tarifleri bulunca bunun benim yaşam biçimimle ve yaptığım müzikle örtüştüğünü gördüm. O yıllarda Çe­kirdek Sanat Evinde bazı dinletiler yapar­dım. Bu dinletilerde çaldığımız bir parçayı ‘zaman ve mekanda yer değiştirme’ olarak isimlendirmiştik. Daha sonra ‘Perdesiz Gitar’da Arayışlar’ adlı bir kaset yaptım ve bu parçayı da çaldık. Bu Telvin konusunda yap­tığım ilk kayıttır. Ben nota ile müzik çalmı­yorum. Müziği dinleyerek, düşünerek, anla­yarak, belli ölçülerde kabullenerek çalıyo­rum. Notaya müracaat ediyorum ama son­ra terk ediyorum. Bu yüzden de bir çaldığım bir çaldığıma benzemiyor. Benzetmek için de uğraşmıyorum. Bu albümde iki tane CD var. İlki akustik ağırlıklı bir tınıda. İkincisi ise daha elektrik tınılı, ama onun da son bö­lümünde akustik tınılar var.

Tüm parçalar o hal değişikliğinin kendini hissettirmesi, göstermesi durumu.

İlk parça olan Kervan Eskişehir yöresinin folkloruna ait bir halk ezgisine dayanıyor. Buradaki bir motiften yola çıkarak başla­mış bir emprovizasyon. Albümün yüzde sek­seni de bunun gibi emprovizasyonlardan oluşuyor ve zaten maksat da budur.

O anda üretilmiş bir müziktir. Bu yüzden de albümün üstünde ‘Bir Kereye Mahsustur’ yazar. Albüm kapağında müzik hakkında yazılmış olan tek şey de budur. Gene bu yüz­den albümdeki tüm parçaların beste ve dü­zenlemeleri üçümüze ait olarak belirtilmiş­tir. Bu müzik bir daha olmaz. Grubumuzun adını da Telvin seçtik.

Bu müzikal yolculuğa çıkan gemide Erkan ile birlikte iki kişi daha var. İlkin Deniz elektrik bas, Turgut Alp Bekoğlu da davul çalıyorlar. Erkan’ın sözleri bana Miles Davis’in ünlü “Kind of Blue” albümünün kapa­ğında yer alan Bili Evans’ın sözlerini hatır­lattı. O Miles ile yaptıkları müziği Japon ressamların ince gergin parşömenlere özel bir fırçayı siyah boyalı suya batırarak yap­tıkları resimlere benzetmişti. Doğal olma­yan bir fırça darbesinin veya çizerken oluşa­bilecek bir kesintinin parşömeni delerek resmi bozabileceği bir resim tekniği ile re­sim yapmakla jazz arasındaki benzerlik vurgulanmıştı. Bunu kendisine anlattığımda Erkan da bana bizim Ebru sanatımızı hatır­lattı. Kendi müziğini aynısı yeniden yapıl­ması mümkün olmayan bir ebruya benzeti­yordu. O zaman neden bir albüm yaptığı meselesine gelmiş olduk.

Ben aslında kayıt ve tekrar olayına karşı­yım, kayıt ederek müzik parçalarını öldür­mek istemiyorum. Canlı çalıp hatıralarda kalmayı tercih ederim. Müziği kaydedip yüz bin kere dinleterek çürütmenin hiçbir anla­mı yok. Ama gördüğünüz gibi bir kayıt var, doğrusu kendimi bir ikilem içerisinde hisse­diyorum.

Erkan Oğur benim için müzik felsefesi ile yaşam felsefesini tam olarak bütünleştirmiş bir insan. Yaşamındaki sadeliği müziğinde de aynen görmek kabil. Yaptığı işten bir pa­ra kazanıyor ama bu mütevazı gelir kendi tabiri ile onun emeğinin karşılığı, daha öte bir beklentisi yok.

Geçmiş sohbetimizde bana kendisini şöyle anlatmıştı:

‘Elazığlıyım, dağlıyım. 17 Nisan 1954 do­ğumluyum. Dağdan geldim, gravitasyonla aşağı doğru iniyorum. Ve sonunda toprak olacağım. Doğarken süt kokarak geldim, leş kokarak gideceğim.

Elazığ’da büyüdüm. Çok iyi bir çocukluk dö­nemi geçirdim. Annem, babam, ailemiz birbirimize çok bağlıyız. İyi akrabalar arasın­da, çok sevgi dolu bir ortamda büyüdüm. As­lında her iyi işin kaynağı aileye dayanıyor.

Müzikle ilişkim erken yaşlarda başladı. Be­nim çocuk olduğum zamanlarda bugünkü gibi oyuncaklar yoktu. Ben kendi oyuncak­larımı kendim yaparak büyüdüm. Bir teli iki çivi arasına gererek ilk müzik aletimi yap­tım. İki çivinin arasına gerilmiş telin gergin olmasından dolayı bir ses oluşturduğunu ve akort edilebileceğini fark ettim. Bunu keş­fettikten sonra değişik seslerin farkına var­dım. Yaşadığım bölgenin özelliği olarak da­ha çok küçük yaşlarda hayvan seslerini keş­fettim. Harput dağlarında kartallar olurdu. Onların sesini dinlerdim. Sonra yavaş yavaş yörenin folklorunu ve müziklerini öğrendim. Benim çocukluğumda o bölgeye radyo da henüz gelmemişti. Yörenin folklorunda köy düğünlerinin önemli bir yeri vardı. Elazığ üzüm kültürünün çok eski olduğu bir bölge. Çok eski devirlerden gelen üzüm toplama zamanı eğlenceleri geleneği vardı. Bu dö­nemlerde yapılan eğlencelerde değişik mü­zikler çalınırdı. Bağ bahçelerde yapılan üzüm şenliklerinde güzel sesli insanlar şar­kı söylerdi. Bunları dinledikçe zamanla ka­famda bağ bahçe kültürüne dayana bir mü­zik kavramı oluştu. Bu okul ve hoca dışı bir müzik kavramı idi. Harput ve folkloru bu­günkü Türk müziğinin oluşumunda önemli bir noktadır. Anadolu’da bu müziğin teme­lini oluşturan noktalarından bir tanesidir. Ben de oradan nasipliyim.

Gün geldi her çocuk gibi ben de okula gittim. Okulda da müzik dersleri vardı, bana da mandolin çaldırdılar ama o ben bu enstrü­manı iyi çalabildiğim halde hiç sevmedim. Ben mandolinde kendi havalarımızı çalmaya çalışırdım. Elazığ’a tayin olmuş olan Gazi Eğitim Enstitüsü mezunu bir şan hocası olan Ülkü Hanım, bana yolumu gösterdi. Onunla keman çalıştım. Keman, tam boydu ve bana büyük gelirdi, çalmakta zorlanırdım. Ülkü Hanım keman çalmamasına rağmen sesleri tarif ederdi ve ben sesleri kendi kendime bu­lurdum. ‘Arthur Seybord’ keman metodu ile Ülkü Hanım sayesinde tanıştım. O beni bir yıl çalıştırdı. Bu şekilde de batı müziği ile bir şekilde tanışmış oldum.

Bu çalışmalar sırasında enstrümanlar ve hayat olayları arasında bir bağlantı keşfet­tim. Mesela, aynı keman yayını aşağı çeker­ken başka bir ses, yukarı çekerken başka bir ses duyarsınız. Hayat da böyledir. Evden çıktınız, sağa dönersen başka hayatın olur, sola dönersen başka hayatın olur ama gene de sen, sensindir. Bu albümdeki müziklerin temelinde doğup büyüdüğüm yörenin ve ai­le çevremin derin bir etkisi var.

Erkan Oğur ile beş yıl önce ilk tanıştığımız­da iki kızından birisi ana karnında idi, şim­di ise birisi 5 diğer 7 yaşında. Geçen zaman içerisinde saçları daha da beyazlaşmıştı ve bir müzisyenden çok bir filozofa benziyor­du. Albüme gelince ise gördüm ki söylene­cek sözleri henüz bitmemişti.

Gelin şu Kervan parçasına yeniden dönelim. Stüdyoya girdiğimiz zaman ne ben bunu ça­lacağımı biliyordum, ne de arkadaşlarım ne çalacağımı biliyordu. Ben çalmaya başla­dım, saniyenin binde bir farkıyla onlar da benimle müziğe girdiler ve çalmaya başla­dık. Tamamen rastlantısal bir şey. Ben on­ları sürüklemiş oldum. Tüm parçalar böyle oluştu. Mesela Denizin Dalgaları rüzgarlı bir gün Gümüşlük’teki evimden denize ba­karken çıktı. Doğuş’ta böyle. Aslında teker teker parçaları anlatmanın bir anlamı yok. Bazıları konser kayıtları. Mesela Eşbabiye kaysı kurusu demektir. Malatyalı’lar da Elazığlı’lar da aynı kelimeyi kullanırlar. Kaysıya ise Gah denir. Malatya konseri sı­rasında Malatyalı müzikseverlere armağan olarak çalmıştık. Aklıma gelmişken söyle­yeyim. Malatyalı’lar yemek pişirirken şeker hakkı olarak kaysı katarlar. Bazen bal, dut kurusu veya armut kurusu da katılır. Mese­la bulgur pilavı yapmak için tereyağı ve so­ğan kavrulurken içine dut kurusu atılarak tatlandırılır. Bu şekilde sos ballandırılmış olur, sonra da bulgurla karıştırılarak üstüne yeşil biber doğranır. Galiba karnımız acıktı. Neyse tekrar müziğe dönelim.

Saksıdaki Kedi ise çaldığımız stüdyodaki çok güzel bir kedi için yazıldı. Kedi oradaki kum dolu bir stüdyoya girer uyurdu. Bir ke­di için müzik yazılmış olsun istedim. Daha fazla ayrıntısına girmeyelim.

Albümün ayrıntısına girmeyince müzik de­nen kavramın ayrıntısına girmeye karar verdik ve ortaya bambaşka şekiller ve haller çıktı. Ben yavaş yavaş Telvin’in ne olduğunu anlamaya başlamışken yeni döndüğümüz yönde yürümeye başladık.

Ben bir jazz müzisyeni değilim ama emprovize ihtiyacım beni jazz’a yakınlaştırıyor. Ama asıl olarak halk müziği ile ilgileniyo­rum. Benim köküm halk müziği. Jazz son­radan etkileşimle oldu. Ama doğal olarak benimle büyüyen Türk halk müziği. Bu yüz­den kırk yaşından sonra tekrar bağlama çalmaya ve türkü söylemeye başladım. İçimde gizli olan, içime ittirdiğim, bastırdı­ğım, ertelediğim bir takım şeyleri yeniden çıkarttım. Halk müziği içine ufacık da olsa jazz öğeleri katmaya çalışıyorum. Ama ge­lin müziğe daha geniş bir açıdan bakalım. Müzik bir bütündür. Onun ilerisi gerisi yoktur. Müzik binlerce sene önceki haliyle de ileri idi. Gerçek müzik bazen bir çobanın kavalıyla çaldığı motiftir, bazen Stravinski’nin yazdığı bir duygu olur. Her ikisi de önemlidir. Müzik bir plazmadır. Müzik tüm insanlara ait, tüm alemi kapsayan bir bü­tündür. Biz o alemin içinde zerreler gibiyiz. Müzik ise hepimizi birleştiren koskocaman bir enerjidir. Yer, zaman ve dil ötesi bir kavramdır. Hatta duygulardan bile ileri bir kavramdır. Biz de o büyük müziğin küçücük bir parçasıyız.

Müzik yapmak diye bir şey yoktur. Biz mü­ziği yaratmayız. Müzik vardır ve insan sa­dece müziği keşfeder. Müzik duyum aralığı­mız içerisinde bir enerji biçimidir. Yok ol­maz, sadece dönüşür. Biz onun içerisinden duyar ve seçeriz. Duyduğumuzda bize ilham geldi sanırız. Seçtiklerimizi yan yana getiri ve organize ederiz. Bizler sadece birer ara­cıyız. Müziği keşfederiz. O kadar.

Hakiki müzisyen doğuştan kamil ve tüm sesleri duyabilen bir kulağa sahip olan in­sandır. Enstrümana ihtiyaç duymaz. Çünkü müzik çalgı değildir. Zaten müzik başlayın­ca çalgı biter, çalgı başlayınca da müzik bi­ter. Öyle bir ilişki vardır aralarında. Duyan ve sesleri yaratabilen, onlarla söylemek is­tediklerini söyleyebilen kişi müzisyendir. Müzisyen sadece hayal eder, bir müzik üret­tiği zaman o müzik bir haberdir ve kainatın içerisinde yayılır. Haber müziğin kendisidir. Müzik aslında bir konuşma biçimidir, bir söylemdir, bir dildir. Ama ölmekte olan bir dil. Bir şeyler çoğalınca bir şeyler azalıyor. Bu işin bir dengesi var. Ben kendimi ölmek­te olan bir dili konuşan küçük bir azınlığın parçası olarak görüyorum. Yok olmaya mahkum bir azınlık bu.

Azınlık konusunda onunla aynı düşünmekle birlikte yok olma konusuna katılmadığımı kendisine söyledim. Telvin kavramının sonu­na ise Erkan Oğur’un yaşamının bundan sonrası için ne düşündüğünü, neler yapmak istediğini öğrenerek vardık.

Bundan sonra Elazığ ve Harput folkloruyla ilgili bir çalışmam var. Beş altı ay sonra ta­mamlarım sanıyorum. Tarihten gelen mü­zikleri ve onların zaman içerisindeki deği­şimlerini kronolojik olarak sıralayacağım.

İnançlarım var, onlarla hayatımı sürdürü­yorum ama gelecekten umutlu değilim.

Yaşadığımız bölge çok sancılı bir coğrafya­nın parçası.Türkler Anadolu’ya gelmeden çok önceleri de bu topraklarda insanlar ya­şıyordu. Ama bu bölgede savaşlar hiç eksik olmadı. Her 75 yılda bir de büyük savaşlar görüldü. Son büyük savaştan beri 75 yıl geçmiş vaziyette ve çevremizdeki ülkelerin görüntüsü hiç iç açıcı değil.

Bu bölge üzerinde bir çok dış güçlerin emel­leri var ve onlar içinde olduğumuz bölgede­ki barışı tehdit ediyorlar.

Sağlıklı yaşamayı ve kimseyi kırmadan in­citmeden hayatımı sürdürmeyi istiyorum.

Müzik benim için çok önemli olan bir konu, ama hayatımda müzikten daha önemli olan değerler de var. Temiz olmak, ahlaklı ol­mak, paylaşımcı olmak, tabiatı korumak, ve sevmek.

Söyledim dostlar, iyi yürekli, olgun ruhlu bir insanın tertemiz, önyargısız dünyasını sizle­re aktarmaya çalıştım. Ama benim onun hakkında yazacağım şeyler asla bir kereye mahsus olmayacak ve bu güzel insanı ileride sizlere anlatmaya devam edeceğim. Ama her şeyin değiştiği bu evrende herhal­de Erkan Oğur da değişmiş olacak.  .

 

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir