1954’te Ankara’da doğdu Erkan Oğur. Dünyaya geldiğinde annesinden onu ayıran kordon bu topraklarla özellikle de Elazığ’la arasında bağ oldu. Bu bağ Erzincan’ın doğal ortamında çınlayan kainatın saf sesini küçük yaştan itibaren yalın bir kulakla duymasına sebep oldu. O, ağaçların rüzgârda doğal salınımın çıkardığı sesi, akarsuyun kainatın akışını simgeleyen melodisini, güvercinlerin garip bir bilgelikle guğuldamalarını, yılanın iyilik ve kötülük arasındaki çizginin altını çizen tıslamalarını, suda seken taşın itiraflarını, bakir topraklarda biten otun yazın güneşte kavrulurkenki inleyişlerini melodik bir çınlamadan öte fark etti.
Sonra enstrümanlar girdi hayatına. Balta, keman, mandolin, bağlama… Enstrümanlara duyduğu bu yakınlık, kainatın duru sesini arayışının -henüz o yıllarda farkında olmasa da- ilk hamleleriydi. Oğur’un tabiatla iç içe geçen çocukluk dönemi hayatına yayılacak bir arayışın zeminini hazırlamıştı.
Ortaokul, lise hayatındaki dalgalanmalar, bursla Almanya’da devam edeceği fizik eğitimi sırasında duruldu. O güne kadar duyduğu seslerin bitmeyen bir değişimi nitelediğini ve seslerin karşısına renkten renge giren insanı çıkardığını o yıllarda fark etti. Kendini, âlemi bilmek adına insanı, insanın değişimini, insanın hallerini, hakikati, asıl olanı keşfetmek noktasında sesler âdeta bir yol gösterici vazifesi görüyordu. Bu minvalde yüksek tahsil hayatı sanatçının ruh yolculuğu açısından son derece önemlidir. Her şeyi madde ve formüllerle açıklayan fizik bilimi karşısında sanatçının içinde taşıdığı hakikati bulma, hakikate erme, güzele vâkıf olma eğilimi ağır bastı. Almanya’da başladığı fizik tahsili bu eğilimin gücü karşısında yarım kaldı. Çünkü ruhun doğal taşımı olan müzik, basınçtan, insanın içindeki renkleri ortaya çıkaran soyut prizma, fiziğin somut prizmasından daha kıymetliydi. Kainatta hiçbir şey aynı değilken ve aynı kalmazken hiçbir şey salt bir formla anlatılabilecek kadar sığ değilken bir dizi formül, denklem, deney ya da kural onun için beyhude bir uğraşıdan fazlası değildi.
Arı Müzik
Gurbetin insana tanıdığı o çok özel tefekkür imkanı Oğur’un peşinden koştuğu -sanatçının ifadesiyle- “an müzik” sorgulamasını doğurdu. Arı müzik nedir sorusunun cevabı ne sözlüklerde ne de musiki literatüründe mevcuttu. Lakin “arı müzik”e ulaşmak hususunda, kainatın salt, insanın saf sesine ulaşmaya gayret etmek, sessizliğe kavuşmak gibi ilahi eylemlerden söz edilebilirdi. Ya da nefsin pek de hoşuna gitmeyen mertebelerle ilahi sessizliğe, dinginliğe ulaşmak çabası da zikredilebilirdi. Sûfiler musiki kelimesi yerine sema kelimesi kullanarak nasıl keyf ve nefs ehliyle birlikte anılmaktan kaçmıyorlarsa sanatçı da arı müzik ifadesiyle böyle bir anılıştan kaçmıyor olabilirdi.
Oğur, müzik kadar insan üzerinde de duran bir sanatçıdır. İcra edici ile edilen arasındaki birincil ilişkiyi arınmış insan, arınmış müzik, kirli insan kirli müzik tamlamalarıyla zikreder. Ahlak zemini üzerinde türetilmiş bu tamlamalarla Oğur, sanatkârın müziğiyle özdeş olduğunu ya da müziğin sanatkârın benliğinden doğduğunu kasteder. Arı müzik, ancak arınmış, saflaşmış bir insanla mümkündür. Öyleyse müzik icra eden kişi evvela kendinin farkına varmalı, özünü bilmeli, benlik duygusundan sıyrılarak kendindeki, insandaki ahenk ve melodiyi keşfetmelidir. Bu sanatkâr çok katmanlı bu eylemeleri, yaratıcı gibi egoyu besleyen artistik bir sıfatla değil “keşfeden, tekrar eden” gibi had bildirici sıfatlarla yapmalı, nefsini terbiye etmelidir.
Ruha Yaslanan Musiki
Sanatçının bakış açısıyla icra edilen müzik bir tekrardan ibarettir. Bunun bilincinde olan sanatçı ne müziğine tanrısallık atfeder ne de kendisini tanrı sanır. Bu çıkarım, sanatın birçok dalında olduğu gibi müziğe de manaya ulaşma amacı yükler. Dolayısıyla Oğur’un musikisi dünyevi benliklere hitap etmeyen ruha yaslanan bir musiki olarak şekillenir. Bu musikinin özünü dinleyici olmak teşkil eder. Bu anlamda musikiyi oluşturmak hiç de kolay değildir. Çünkü insan duyduğunu zannederek aldanır.
O, ayn’el yakîn olarak tanımlanan öğrenme şeklini, seslerin merkezine, duygusuna inerek, nesnenin, kainatın, insanın batınını bilmeyi arzu ederek musikiye yansıtır. Hakkı duymak ancak âşık olmakla mümkündür. Her şeyden vazgeçip, hiç iken, her şeyin içinde, Mecnun olmakla. Tabiatla, nesneyle, kendiyle bağlarını koparan sanatçı ise ruha yaslanan musikiyi hiçbir şekilde icra edemez. Çünkü o sadece işitir. Çünkü o, kalbini bir duyu, duygu organı olarak değil, .uzun bir yaşam için iyi bakılması gereken, vücuda kan pompalayan bir organ olarak görür.
Kaydet ve Türküyü Öldür
Oğur, müziği kaydetmek hususundaki ‘düşünceleriyle de diğer sanatçılardan ayrılır. O, kaydedilmiş türküyü, öldürülmüş, mumyalanmış türkü olarak niteler. Çünkü türküler yaşayarak, hissedilerek, tecrübi bilgiyle doğmuştur. Tüm yerel müziklerin doğasında olan matematikten bihaberlik türkünün de doğasında vardır. Öyleyse türkü duygu coşkunluğuyla okunur. Kaydetme göreviyle, bir mekâna sabitlenip, bir aygıta okunmaz. İlk oluşumdaki manaya, hisse asla eremeyecek sanatçı, türküyü tekrar söyleyerek ona bir şey katamaz. Aksine ondan bir şeyler götürür. Bir de okuduğu türküyü kaydetmişse sanatçı fanusa koyduğu türküyü egosuyla nefessiz bırakarak öldürür.
Oğur’a göre “Kaydetmek egosantrik bir şeydir. Canlı çalmak daha erdemlidir”. Sokrates’e, Platon’a dayanan geleneğe göre nasıl hakiki felsefe kitaplarda ya da yazılı metinlerde bulunmazsa hakiki musiki de plakta, kasette, cd’de bulunmaz. Ruha yaslanan musiki kaydedilmez ancak meşk edilir. Özle, gönülle, ruhla. Bu doğrultuda türkü yakmak, türkü çığırmak deyimi türkünün doğal yaşamı düşünüldüğünde dikkat çekicidir.
Tanburî Cemil Bey’le, Muharrem Ertaş’la Biten Musikimiz
Oğur, musikimizdeki durağanlığı, bitişi Tanburî Cemil Bey, Muharrem Ertaş gibi isimlerin yokluğuna bağlar. Bu tespitin doğruluğu bu sanatçıların sanata bakış açıları düşünüldüğünde aşikardır.
Tanburi Cemil Bey, müzikte özgünlüğü musikimizin sesleri ve enstrümanlarını kullanarak aramış, yaylı tanburuyla garba tavır almış, dönemin batı heveskârlığına karşı İstanbul musikisini icra etmiş bir sanatçıdır. Viyolonselin sesini tanburda aramış, yaylı tan-buru icat ederek batı taklitçiliğinden uzak aradığı sesi yakalamış, mütevazı bir yaşantıyı, sarayın iltifatlarına karşı tercih etmiş, bu tavrıyla dönemin sanatçılarından ayrılmıştır. Oğur’un Türk musikisinin seslerini gitarda araması ve bu doğrultuda “Türk gitarı” olarak anılan perdesiz gitarı icat etmesi, “Kendi müziğini yapmalı insan” deyişi ve ticari kaygılardan uzak yaşantısı Cemil’in sanatçı tavrına benzerlik gösterir.
Muharrem Ertaş ise bu toprakları manalı kılan, insanın Hak’la bağlantısını taze tutan abdal geleneğini, gönül elçiliğini sazıyla gerçekleştirmiş bir ozandır. Hakk’a, hakikate adadığı sazı şan, şöhret, para gibi nefsi arzularla arasına perde olmuştur. Okuduğu türkü, bozlak, deyişlerle, âdemin, tabiatın içten sesini samimi bir niyazla dile getirmiş âşığımızdır. Oğur’un hüzünlü müziği bu samimi niyazı sahiplenmiştir. Türk musikisinin devamını sağlayacak unsurlardan bazıları bunlarsa eğer, Oğur’un varlığı musikimizin bitmediğine dair bizlere ümit vermektedir.
Sanal Leyla’lar ve Mecnun
Sanatçının albümleri, isimlerinden içeriklerine kadar Oğur’un, hayata, doğuma, ölüme, beşere, ilahi olana, sanata, müziğe bakış açısını kısacası kendiliğini net bir şekilde yansıtır. Neşeli nağmelere pek yer vermeyen icrası ruhani musiki tanımlamasına uygun bir şekilde insanı ferahlatır. Bu ferahlama tefekkür halinin uzantısıdır.
1996 yılında çıkardığı Bir Ömürlük Misafir albümüyle bizlere ölümle nihayete erecek bu halin başlangıcını yaşatır. “Seyrederim hayret ile şu âlemi / Ne bilinir kıymet ne kıyamet / Allah’a emanet ne gelir elden / Ne sahibim bu yerde ne kiracı / Sadece bir ömürlük misafirim ben” güftelerini içeren “Bir Ömürlük Misafir”i bayâti makamında bestelerken hem kendi yolculuğunun hem de bizim yolculuğumuzun güzergâhını hatırlatır. Âdemin elinden, dilinden çıkan her şey geçicidir. Yalnız niyet başkadır.
1998’de Gülün Kokusu Vardı albümüyle “Bütün türküler güzeldir. Tabiattır, hayatın ta kendisidir, salt müzik değildir ve bu ülkenin elle tutulan hazinesidir. Hoyratça tüketme çabasında olanlar kaybederler. Bu çalışma birlikte hatırlama manasındadır. ‘Nefsime hakim olamayıp düzenlemeler yaptım ama niyet iyidir, dürüsttür, sevgi doludur…'” diyerek maksadını dinleyici ile paylaşır. Gülün kokusu vardı adıyla başlayan bu hatırlatma albümün içindeki Şah Hatayî’ye ait “Ey Zâhid Şaraba Eyleme İhtiram” türküsü içindeki şu dörtlükle devam eder. “Kandil geceleri kandil oluruz / Kandilin içinde fitil oluruz / Hakkı göstermeye delil oluruz / Fakat kör olanlar görmez bu hali.”
1999 Hiç isimli albümüyle hiç.ile hep’ in, müzik ile sessizliğin altını, Pir Sultan Abdal’ın “Güzel Âşık Çevrimizi”, Muhyi’nin “Zâhid Bizi Tan Eyleme” nefesiyle çizer.
2000 yılında Anadolu Beşik albümünde Anadolu’nun içinde barındırdığı hazineleri, değerleri Âşık Hüseyin’in “Zamanede Bir Hal” türküsüyle; “Gönül şu dünyadan sen umma vefa / Veliler hak için çekmiştir cefa / Yalancı ahdine etmedi vefa / Nahır ta ezelden bizden olmamış” diyerek bir ömürlük misafirin ağırlandığı dünyanın tekin olmadığını yineler.
2006 yılında çıkan albümü Telvin’le Oğur, yolculuğunun gayesini iyice aşikâr eder. Halden hale girdiğini, seyr-ü sülûkun başında olduğunu lakin temkin sahibi olmayı dilediğini, bu minvalde beşeri sıfatlarından vazgeçmeye çalıştığını, nefsiyle girdiği harbi kendi üslubuyla dışa vurur. Halden makama doğru seyreden bu gidişat dönülmez bir yoladır.
2012 yılında çıkardığı Dönülmez Yol isimli albümüyle Oğur, kendinden yola çıkarak insanın noksanlığını, acizliğini ifşa etmeye devam eder. Şah Hatayî’nin “Eksiklik Kendi Özümde” deyişiyle; “Ben Hakk’ın ednâ kuluyum / Kem damarlardan biriyim / Ayn-i cem’in bülbülüyüm / Meydana ötmeye geldim / Şah Hatayî’mdir özümde / Hiç hilaf yoktur sözümde / Eksiklik kendi özümde / Dârina durmaya geldim” sözleriyle, “Bir Sevda” türküsünde ise; “O sonsuzdan bu sonsuza / Misafirim ben misafir / Kiminleyim kimim bilinmez / Hayat bildik biz bu tadı / Dünyaya geldik geleli / Pervaneyiz biz bilinmez” sözleriyle misafirlik ve noksanlık üzerinde durur. Oğur’un müzik serüveninin ruhani boyutunu şekillendiren en önemli unsur aşktır. Âşık sanatçı Oğur, Âşık Pervane’nin “Cemalin Nurun” deyişiyle dönülmez yolda yegane yolculuğun sebebi aşkı ve yolcuyu; “Cemâlin nurunu her yerde gördüm / Âlemi muhittir şems-i envârın / Güzelliğin kevn-ü mekanda buldum / Âşıka ayandır gizli esrarın” deyişiyle en sade biçimde dillendirir.
Oğur perdesiz gitarla, kopuzla, sazla dinginliğe, sessizliğe ermeyi hedefler. Modern insanın içine düştüğü benlik çukuruna düşmemek için müziğe sarılır. Bu bilinçli sarılma onun müziğine ruhani tınılarla yansır. Abartısız, sade ama içli bir halle. O, nefse hakim olmayı sessiz kalabilmekle açıklarken ve üretimsizlik hedeftir derken ölümü mü yoksa sessizliğin her sırrı aşikar eden hal sesini mi kastetmektedir bilinmez. Bildiğimiz tek şey Harput’ta uçurum kenarında kemanının yankısını dinleyen Elazığlı küçük çocuğun, kendiyle göz göze gelmekten kaçınarak, modern şehirlerde sessizliğin yankısını dinlemeye çabaladığıdır.
O, yücelirken düşen, düşerken yücelen insana, Şeyh Galib’in “Marifet, hüner ve hakikat insandadır” sözünü, farkında olmadan müziğiyle hatırlatıyor. Hakkıyla yapılan bir dinleme eylemi sanal Leyla’ları belirginleştirecek. Sonrası Oğur’un da dediği üzere sessizlik…
Yasemin Karahüseyin
Karabatak Dergisi
Ocak – Şubat 2013