Perdesiz Gitarın Mucidi

Sinema Dergisi Türk Sinemasının En İyi Filmleri seçiminde Eşkiya filmini ilk sırada göstermiş. Uzun zamandır sakladığım Eşkiya’nın gösterimde olduğu günlerde özel Sayı olarak çıkan Sinema Dergisi’nin Erkan Oğur için ayrılan sayfalarını sizlerle paylaşayım dedim…Sanırım ilk dergi röportajı…

Film müziği yapmak, Türkiye’de si­nemanın geçirdiği evrelere koşut olarak pek gelişememiş, sadece birkaç isimle sınırlı kalmış bir alan. Bir filmin yapısına uygun olarak bestelenen film müzikleri, çoğu zaman o filmin başa­rısına ya da başarısızlığına büyük katkı­larda bulunmuş. Dünyada bu alanda çok önemli isimler var; Amerikan sineması bir endüstri olduğu için bu alanın da “uz­manlaşmış” isimlerini içinde barındırıyor, bunların yanı sıra Avrupa sinemasında Kieslowski filmlerinin müzikçisi Zbigni-ew Preisner ya da Kusturica filmlerinde çalışan Goran Bregovic gibi isimler de dikkat çekici çalışmalar gerçekleştiriyor­lar.

“Eşkıya”nın müziklerini yapan Erkan Oğur’sa bu isimlerle rahatlıkla boy ölçü­şebilecek özelliklere sahip bir sanatçı. An­cak onun film müziğiyle olan ilişkisi, yal­nızca gönül bağından ibaret, bunu profes­yonelce yapmıyor. Uzun yıllara yayılan sanat yaşamına karşın, şimdiye kadar sa­dece üç filmde çalışmış olması da bunun bir göstergesi sanırız.

Erkan Oğur’la yaptığımız söyleşiyi, sanatçının kendi ağzından dökülen sözcüklerle sayfalarımıza aktarmaya çalışacağız…

Sanatsal Geçmiş

Müzikle olan ilişkim beş-altı yaşlarımda keman çalarak başladı, bir yıl kadar bir şan hocası eşliğinde keman çalıştım. O, sesiyle notaları tarif ederdi, ben de ke­manla onları bulmaya çalışırdım. İlkokul döneminde bağlama çalmaya başladım; Elazığ’ın kuzeyinde yaşayan Alevilerin kullandığı ve “balta” adı verilen bir bağ­lamaydı çaldığım. Daha sonraki zaman­larda mahalli sazlarla ilgilendim, Elazığ folklorunun bir sazı olan cümbüşle devam ettim. Keman ve cümbüş perdesiz enstrü­manlardı, böylece küçük yaşlarda “perdesizliğe” alıştım. Gitarla tanışmam çok sonraları oldu, lise çağlarında. Önce onu keşfetmeye çalıştım, 20 yaş sonrasında da klasik gitar çalışmaya başladım. Şu an klasik gitar çalmıyorum, ama tekniğini kullanıyorum. Müzik eğitimim yoktur, bütün enstrümanları çalmayı kendi ken­dime öğrendim. 30 yaşımdan sonra Türk Müziği Devlet Konservatuarına girip na­zari bilgiler edindim. Ama genelde mü­zikle olan teorik ilişkim ve teknik çalış­malarım kendi kendime olmuştur. Perdesiz gitarı ise 1976’da Almanya’da Türk müziği seslerine olan ihtiyaçtan do­layı yaptım, sonra onu zaman içinde ge­liştirerek çeşitli modellerini ürettim. 20 yılı aşkın bir zamandır bu sazla çalışmak­tayım. Benim bulduğum bu sazı yurt dı­şında da kullanan birkaç kişi var… 1980’de Türkiye’de profesyonel müzik yaşantı­sına başladım, çeşitli sanatçılara eşlik et­mek, kayıtlara girmek şeklinde. Bu du­rum önceleri artan, sonraları azalan, bu­günlerde ise “olmayan” biçimde devam etti. Kayıt etmeyi pek sevmiyorum… 1994’de Almanya’da “Fretless” adıyla perdesiz gitarla yaptığım bir albüm ya­yımlandı, bunu birkaç ilaveyle 1996’da Türkiye’de “Bir ömürlük Misafir” adıyla yayımladık. Başka solo albümüm olma­masına karşın, önceleri Çekirdek Sanat Evi’nde dinleyici önünde yaptığımız ama­törce bazı kayıtlar daha sonra Fikret Kızılok tarafından kaset haline getirildi. Bun­lardan yalnızca bir tanesi benim solo kayıtlarımdan oluşuyordu; “Perdesiz Gitar­da Arayışlar”. Ama bunlar yalnızca o günkü dinletiyi simgeleyen kayıtlardır. Ben, genellikle sanatçılara eşlik ederek se­simi kullanan bir sanatçıyım. En çok da Bülent Ortaçgil’le çalışmaktayım, onun müziğine ben de katılıyorum… Son yıllar­da emprovize biçimde “caz esintileri taşı­yan” kendi müziğimi yapmaya başladım, öyle bir ihtiyaç hissettim… Film müziği konusunda ise pek deneyi­mim yok. Zülfü Livaneli’nin “Sis” filmin­de, bir-iki belgeselde ve “Eşkıya”dan önce teklif edilen Ali Özgentürk’ün “Mektup” adlı son filminde çalıştım… Ben, film mü­ziği olsun diye çalışmıyorum, “hissiyat”ın peşinden giderek müzik yapıyorum…

Elazığ Folkloru

“Eşkıya”nın müziklerini yaparken, filmi izleyip çeşitli mantıklar kurarak ve duy­gularıma başvurarak özel bir çalışma uy­guladım. Bunun filmi sevmemle de yakın ilişkisi var. Aşağı yukarı 15 günlük bir çalışmaydı bu.

Elazığlı olmamın da etkisi oldu tabii. Fil­min bir bölümünün Fırat kıyılarında çe­kilmiş olmasının büyük etkisi var. Elazığ folklorundan her zaman yarar görmekte­yim, oraya inanmaktayım. Benim müziği­min temelinde oradaki sesler yatmakta. Kendi müziğim olduğunu sanmıyorum, sadece “taşıyıcı” olarak görüyorum kendi­mi. Vaktiyle duyduğum birtakım seslerin bir harmanı var kafamda. Aslında Elazığ yöresini biraz genişlettiğinizde, karşınıza birbiriyle içice girmiş, kaynamış müzik­lerle karşılaşırsınız. Hatta bunu Anado­lu’nun tamamına bile yayabilirsiniz. Bunun dışında benim Batı müziğiyle; klasik Batı müziği, caz, rock, blues gibi türlerle olan ilişkim de müziğimi etkile­miştir, özellikle “gitaristik” açıdan bazı etkileri var. Ama temelinde Harput’un folkloru yatmakta…

Şarkı Söylemek

Kendi albümümde söylediğim bir-iki türkü dışında sesimi fazla kullanmıyo­rum. Sesimi hiçbir zaman şarkıcı ya da türkücü gibi kullanmadım, sadece müzi­ğin içinde bir unsur olarak düşündüm. Ben, bir şarkıcı ya da türkücü değilim, kendimi gitarist olarak da görmüyorum, müziği çok seven ve aklından çok duygu­larıyla hareket eden birisiyim sadece…

Film müzikleri

Müzik yapmak ya da film müziği yap­mak, fanteziler ve birikimler doğrultu­sunda ortaya çıkan şeyler. Aslında insanı yaşantısında çok etkileyen detay hareket­ler, davranışlar, olaylar, görüntüler var. Her şeyin müziği yapılabilir, her varlığın, her olayın, her davranışın, her hissiya­tın… O yüzden film müziği yapmak ya da başka bir şeyin müziğini yapmak gibi bir sıkıntım yok. Sadece konsantrasyon ve ilgi işi bu. Duyarsanız, severseniz, yap­mak isterseniz mümkün oluyor. Ama teknik olarak bakıldığında film müziği konusunda birtakım klişe şeyler, çok yü­zeysel bazı yaklaşımlar da var tabii. Bir dehşet sahnesi, bir koşuşturma sahnesi, bir aşk sahnesi için başka müzik, deniz göründüğü zaman ya da bazı telaşlar ol­duğu zaman başka müzik kullanılabili­yor… Ama filmle bütünleşebilmek özel bir ilgi istiyor. Benim için de “Eşkıya”da böyle bir şey oldu. Çünkü çok kısa zaman içinde yapmam gereken bir şeydi ve bunu yapacak durumda değil­dim. Yavuz Turgul’un ri­casıyla birlikte filmi sey­rettik ve o zaman yapabi­leceğimi anladım. Fırat’ı, suyu, suyun altında kalan köyün kalıntılarını gördü­ğüm zaman hemen ka­famda çekirdek tema oluştu. Diyaloglar, ilişki­ler, filmin içindeki akış, tümüyle etkiledi beni. Sessizlikler, görüntülerde­ki özellikle boz renkler­den de çok etkilendim. Kendi yaşantımla da bağ­daştırdığım için pek “duygu sorunu” yaşama­dım bu çalışmada. Sadece ufak tefek bazı teknik sorunlar yaşandı.

Geri Planda kalmak

Ben pek hırslı bir insan değilim, olayların üstüne de gitmem, üstüme geleni merak­la seyreder ve bir hediye olarak kabul ederim. Böyle bir yaşam biçimiyle, karak­terle ilgili benim çoğunlukla geri planda görünmem. Hırslarım kendi içimdedir, dışarıya pek yansıtmam. Müzik, neticede gelip geçici ve birçok olayın yanında o kadar da önemli olmayan bir şey. O yüz­den de “öne çıkmanın” çok meraklısı de­ğilim…

Müzik Piyasası

Türkiye, birçok konuda işin daha başında olduğu için, müzikte de aynı durum söz konusu, o yüzden birtakım sorunlar ola­bilir… Müzik, o kadar her şeyden muaf bir şeydir ki; zamandan, yerden, özel iliş­kilerden, paradan, şandan, şöhretten, başlı başına bir enerji biçimidir. Müzik ısıya, elektriğe, duyguya, filme, klişe ha­lindeki müziklere dönüşür, enerjiyi sınırlayamazsınız. İnsanlar içlerindeki bu mü­zik enerjisini dışa vurmada özgürdürler. Türkiye’de bu durum bir “kargaşa” ha­linde sürüp gitmekte. Ama ben kimsenin yaptığı müziği eleştirmeye yönelik sözler sarf etmek ya da insanları sınırlamak iste­miyorum. Bunlar, insanların zaman için­de farkedip yerli yerine koyacağı özellik­ler. Başta da söylediğim gibi Türkiye bu işin henüz başında ve sanıyorum belli bir süre geçmesi bekleniyor. Bu arada müzik piyasasına da “nitelikli” demek mümkün değil. Ama bu demek değildir ki; benim müziğim iyidir, öteki­nin müziği kötüdür. Ben, müziğimi “kar­şılaştırmak” için yapmıyorum, sadece içimden gelen bir ihtiyacın, bir sesin pe­şinden gittiğim için yapıyorum. Satılsın ya da başkalarına örnek olsun diye de yapmıyorum… Müzikle yaşamak zor, yüzyıllardan beri bu böyle. Türkiye’de müzisyen olmanın da getirdiği fazladan zorluklar var. Ama hayat tercih meselesi, bazı tercihlerinizi yaparsanız müzikle de rahat yaşayabilirsiniz. Tercihlere göre müzik ile yaşam biçimleniyor…

Etkilendiğim İsimler

Bu dünyada insan olup da bir şeylerden etkilenmemek mümkün değil. Bu arada çeşitli alanlarda birçok müzisyenden de etkilendim tabii…

Klasik müzikten Stravinsky, Bartok, Bach, Chopin; klasik gitardan Oscar Cas­seras, John Williams, Paco de Lucia; elektrik gitar, blues, rock ve cazdan John Coltrane, Jimi Hendrix, Miles Davis, Charlie Parker, Pat Metheny, Keith Jarrett; bizim ülkemizin müziğinden Elazığlı mahalli ses sanatçıları Sıtkı Demirci, En­ver Demirbağ, Yeniceli Kemal, klarinetçi Şükrü, davulcu Hıdır, Hafız Burhan; Anadolu ozanları Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Emrah, Aşık Veysel, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Ekrem Çelebi; Türk Sanat Müziği’nden Itri, Dede Efendi, Tamburi Cemil Bey gibi isimlerden çok etkilendim ve hâlâ da etkilenmekteyim. Aslında benim için Anadolu’nun folkloru etkileyici bir unsur. Anadolu’nun her yö­resinin, her kasabasının, her şehrinin mü­ziği, ayrı bir cevher şeklinde etkiliyor be­ni…

 

 

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir